LİMİTLERDE YAŞAMAK
“Limitlerde yaşamaktan başka bir şey değil seninki! Kaçtır uyarıyorum, şu hayatını bir düzene sok diye. Kendini düşünmüyorsan bari benim itibarımı düşün. İyice milletin ağzına sakız ettin bizi!!!”
Yine babasının radarına takılmış, yılda birkaç kez yediği fırçalardan birine maruz kalmıştı Yonca. Bir üniversitede akademisyen olarak çalışıyordu. Babası, hatırı sayılır bir profesördü. Ne yapıp edip, kızını daha yüksek lisans öğrencisiyken kadroya aldırmıştı. Nasılsa hocalar arkadaşıydı, doktoraya da hemen başlatmıştı. İşe girdikten hemen sonra Yonca o çok sevdiği erkek arkadaşıyla evlenmeye karar verdi. Oturacakları evleri eşinin babası, arabalarını da Yonca’nın babası almıştı. Eşyaları da yine ailelerin desteğiyle alınmıştı. Biricik yavruları bu tarz sıkıntılara gelmemeli, sadece hayatlarını yaşamalılardı.
Yonca, işe başladı ama babasının diretmesiyle o kadroya girdiği için temizlikçisinden memuruna herkesin gözüne batıyordu. Arkasında birileri var, bulaşmayalım düşüncesiyle kimse yanına yaklaşmıyor, onunla sosyalleşmek istemiyordu. Sadece ilişki kurmamak bir tarafa, girdiği bölümdeki kimse dersini ona verdirmek istememişti. Akademide bir hocadan ders alıp başkasına vermek zor işti. Yıllarca derse girmeden, okuldaki ufak tefek angarya sayılacak işlerle oyalandı. Hoş, bu durum Yonca’nın da pek umurunda değildi. Öğlene doğru işe gelir, idari yöneticilerin olduğu katta şöyle bir yürüyüp kendini gösterir, internetten alışveriş yapıp mesai bitiminden bir iki saat önce de çıkardı.
Hafta içi mesaide olması gerekirken, annesiyle akraba ziyaretleri yapar, kısır günlerine katılır, birlikte alışverişe çıkardı. Cumadan şehir dışı tatiline gittiği, pazartesi işe gelmediği de çok olurdu. Çok zorda kalırsa da doktor raporu alarak uzun tatillere giderdi.
Okuldan bir hocanın emekli olmasıyla Yonca’nın üzerine birkaç ders yüklendi. Bir bölümün de danışmanlığı verildi. Artık okula daha sık uğraması ve ders anlatması gerekiyordu. Bu durum canını çok sıkmıştı. Derse girdiğinde kalabalık sınıfa sesi yetmiyor, iki hafta ders yapıyorsa bir hafta rapor alıyordu. Derslere ucu ucuna yetişiyor, hatta bazen dersi unutup gelmediği dahi oluyordu. Sınav sorularını bile kendisi hazırlamaktan acizdi. İnternetten bulduğu sorularla sınav yapıyor, öğrencilerden büyük tepki topluyordu. Okulun istediği işlerde sürekli hata yapıyor, arandığında yerinde bulunamıyor, hataları hep birileri tarafından düzeltiliyordu.
İnsanlara karşı çok yumuşak, ilişkilerinde çok naif olan Yonca, sorumluluklarıyla ilgili de bir o kadar sorumsuz ve umursamazdı. Dışarıdan görenler onun bu domestik yani evcimen tarzını çok eleştiriyordu. Ancak Yonca, evle ilgili süreçlerinde de pek başarılı sayılmazdı. İşe gelmeyen insanın eviyle ilgilendiği düşünülse de durum öyle görünmüyordu. Evine yardımcı almadan iş yaptığı pek söylenemezdi. Eşi sabah kahvaltı etmeden işe gidiyor, akşam geldiğinde de Yonca’yı evde bulamıyordu. Haftanın en az dörtgünü telefonuna, “Annemdeyim hayatım, sen de iş çıkışı gel, yemek yer eve geçeriz.” mesajı geliyordu. Kalan günlerin birinde eşinin ailesine, bir gün dışarıda, bir gün de belki aperatif bir şeyler yiyorlardı.
Yonca kendi sorumluluğundaki işlerden kaçtıkça başkalarının problemlerini çözmekle ilgili gereksiz sorumluluklar yükleniyordu. Bu durumun kendisi de farkında değildi ama bir şekilde ilginç bir yoğunluğu vardı. Ne olursa olsun evi ve işi dışındaki her şey onu ciddi anlamda gerçek sorumluluklarından alıkoyuyordu. Her şeyi ucu ucuna, sıkışmış bir vaziyette çözmeye çalışıyordu. Bir yandan ise “Nereden çıkıyor böyle lüzumsuz işler.” diye şikayetleniyordu.
Hayatıyla ilgili sorumluluklarda gösterdiği çaba minimum, ilişkilerindeki beklentisi ise maksimum sınırlardaydı. Eşiyle huzursuzlukları artmış, evliliği artık uçurumun kenarına gelmişti. Kahraman babası, hem damadıyla hem de onun ailesiyle görüşüp durumu toparlamaya çalıştı. Ancak duydukları karşısında kızının elle tutulur bir yanı olmadığını görmüştü. İşyerinde de kızı hakkında soruşturma açıldığını öğrenmiş, yönetime yakın tanıdıklarından randevu istemişti. Orada duydukları da başını öne eğdirmiş, diyecek söz bulamamıştı.
Babası olarak kızının her sahadaki her işini kolaylaştırmıştı. Ona düşen sadece günlük işlerini yapıp rahatına bakmaktı. Ama biricik kızı, bu kadar rahat elde ettiği hayatı rayında götürmeyi becerememişti. Hep asgari düzeyde emek vermenin yeterli olacağını düşünmüştü. Onun emek olarak üst limiti, asgari düzeydi ama gerçek hayatın alt limitiydi.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki: “İnsanın bu hayattaki en büyük tuzağı, limitlerde yaşamasıdır.”
İnsanın meyli az emekle büyük sonuçlar almaktır. Bu yüzden alt ve üst limitlerde gezer durur. Ucu ucuna yetecek her iş, insanın gerilmesine, hata yapmasına nedendir. Çünkü bu kadar az çabanın karşılığında; en iyisi, daha iyisi olsun beklentisi insanı sürekli heyecanlandırır ve yine hata yaptırır.
Oysa insan, içinde bulunduğu her sürece fazla gelmelidir. Çünkü hayat ister istemez bir şeyleri kontrol dışı eksiltecek, bir şeyleri de kontrol dışı artıracaktır. İnsan sadece emeğini, çabasını artırmaya odaklanıp limitlerden uzak durabildiği sürece dengede yaşar. Mutluluk ise dengede gizlidir.
Deneyimsel Tasarım Öğretisi, insana hayat yolunda ihtiyacı olan tüm bilgileri veren gerçeklik ilmidir. Deneyimlerden yola çıkarak ulaştığı gerçek bilgilerle insanın geleceğini tasarlaması için stratejiler üretir. Problemlerini nasıl çözebileceğine dair gerçek yöntemler sunar.
Hayatta kıvamı, dengeyi tutturabilmek süreçte istikrarı getiriyor aslında. O limitlerin dengesizliği hayatı insana ne kadar zorlaştırıyor. Elinize emeğinize sağlık:)
YanıtlaSilLimitlerde yaşamak insan gibi akıllı bir varlığa yakışmaz
YanıtlaSilAlt ve üst limitlerde dolaşmak… Ülkemizde ne kadar tanıdık…
YanıtlaSilMutluluk dengede gizlidir, kaleminize sağlık
YanıtlaSilÇözüm; bulunduğun yere fazla gel 👌
YanıtlaSilKaleminize sağlık 🌹
YanıtlaSilDoğaya baktığımızdaki dengeyi hayatımıza aldığımızda aslında ne kadar kolaylaşacak her şey…
Bir çocuğu dahi yetiştirilen bir kuşun yavrusunu yetiştirmesine bakmamız ne çok strateji verecek bize aslında…