KAYIP YILLAR
Ay gibi yüzünde, koca bir tebessümle babasına doğru koştu Efe Can, “Baba! Bunu takar mısın?” dedi ve elindeki oyuncağı babasının kucağına bıraktı. Babası bir oyuncağa baktı, bir yavrusuna ve gözlerini kapayıp derin bir nefes aldı.” Şu an bile, yıllarca alamadığım keyfi alıyorum, ne güzel bir şey…” diye geçirdi içinden. Oyuncağın çıkan parçasını takıp oğluna verirken yanağından bir öpücük almayı da unutmadı Erol. Sonra eşinin yaptığı kahveden bir yudum aldı ve dışardaki havayı seyretmeye başladı. Bulutlu ve yağmurlu o havayı…
O yıllara gitti. Madde kullandığı, o kayıp yıllara…
Erol, varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Anadolu’da büyümüş, okulunu dereceyle bitirmişti. Üniversite sınavında istediği bölüm olmadı diye ailesi özel bir üniversitenin o bölümüne gitmesi için ısrar etmişti. Farklı bir şehirde ve ailesinden uzakta bir yaşam sunulmuştu ona. Sürekli yağmur yağan ve havası kapalı bir yerdi üniversiteye gideceği şehir. Ev, araba alınmış, maaş gibi hesabına harçlık yatırılmıştı. Bu imkanlar onu öylesine rahatlatmıştı ki okula pek gidesi kalmamıştı. Derslerin çoğuna girmiyor, o zamanı arkadaşları ile gezerek geçiriyordu. Hayatı boyunca görmediği farklı ortamlara giriyordu. Bir süre sonra akşam programları sonrası geceyi evinde geçirmek üzere arkadaşlarını davet etmeye başladı. Zamanla tüketimleri daha da artmış ailesinden sürekli ek para ister hale gelmişti.
Başta hiç kötü bir alışkanlığı olmayan Erol girdiği ortamlarda bazı kötü alışkanlıklar edinmiş ve bunları düzenli kullanır hale gelmişti. Sigara ile başlayan öykü, alkol ve bazı maddelerin denenmesine kadar gitti. Özellikle evine gelen arkadaşlarının bazısı yanında getirdiği o maddelerden sunuyor, denemesini istiyordu. Erol hepsinin tadına bakmak istiyordu. O yağmurlu sıkıcı geceleri ancak bu şekilde geçirebilir sanıyordu. Keyif vereceğini sanarak aldığı şeyleri, bir süre sonra yoksunluğundan bunaldığı için almaya başlamıştı. Artık arkadaşları eve bu tarz şeylerin partisi için geliyordu. Partide yaptıkları ise pis, dağınık bir evin, havasız bir odasında, loş bir ışıkta, kendilerini uyuşturmalarından başka bir şey değildi. Ne bir sohbet ne keyif veren bir an yoktu o manzarada. O gece kimler geliyor veya kimler gidiyor, hatırlamıyordu bile. Evet, istese de hatırlayamadığı anlar… Bu şekilde tam dört yıl geçirmişti üniversitede. Dört yıl ne yaptın deseler söyleyeceği tek şey o maddelerin kullanıldığı partilerde, evde geçen kayıp yıllar… Ama o fotoğrafta okul yok, şehir yok, insanlar yoktu… İçi boşaltılmış kayıp yıllardı. Boş bir film kesiti gibi…
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki: “Sakınma ki sakındığını gör.”
İnsanın kendine zarar veren şeylerden sakınamaması, onu hayatın gerçek güzelliklerinden sakınır, mahrum kalır hale getirir çünkü.
Dört yıl bitmişti ama Erol hala birinci sınıftaydı, hiçbir sınavı vermediği için… Tam o zamanlarda annesi hastalanmış ve hastalığın hızlı ilerlemesiyle vefat etmişti. Ablaları, Erol’a kaç defa ulaşmaya çalışsalar da başaramamışlardı. Başı ağrıyarak uyandığı bir sabah, büyük ablasının sitem dolu mesajıyla öğrenmişti annesinin ölümünü. O an başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Annesi, ölmüş müydü gerçekten? Rüya mıydı bu? Ne zaman konuşmuştu ve ne zaman sesini duymuştu hatırlayamamıştı bile. Belki de hatırlayamayacak kadar uzun bir süre duymadığı için… Üstünü giyinip yola çıkmaya karar verdi, belki toprağa verilmeden son bir kez görebilirdi yüzünü. Ama cebinde tek kuruş para yoktu. Aylık gönderilen paranın tamamını bağımlı olduğu maddeye verdiği için cebinde tek kuruş kalmamıştı. Ailesinin ona sunduğu tüm imkanları nereye aktardığını düşününce derin bir acı hissetti kalbinde. O imkanlarla onlara geri dönemeyecek hale gelmişti.
Babasından para istemek istemiyordu. Zaten uzun süredir ek harçlık göndermeyi de kesmişti işlerinin bozukluğundan. Telefonlarını da açmıyordu. Ne yapsa diye düşünmüş elindeki telefonu satmaya karar vermişti. Satıp işini görecek daha ucuz, bir şey aldı. Kalan parayı da yol parası yaptı.
Vardığında annesini toprağa vermişlerdi, yetişememişti. Ablaları Erol’un haline bakıp bir kez daha yıkılmıştı. Çünkü Erol da bir cenaze havası veriyordu. Zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış bir beden, gözaltındaki mosmor halkalar, kıpkırmızı bakan gözlerle…
Erol’a herkes bir yabancı gelmişti. Sarılmak istiyor ama sarılamıyordu, o kadar uzak hissediyordu herkesi kendine. Nasıl boşaltmıştı zihni o kadar yılı ve ilişkilerini, nasıl da yabancılaşmıştı. O anki can sıkıntısı ile istediği tek şeyin madde olduğunu fark etti. Vücudu titremeye, kanı çekilmeye başlamıştı adeta. Büyük ablasına koşup:
“Bana yardım edin tekrar o şeyi almak istemiyorum. “
“Neyi? “
“Yıllarımı alan o şeyi… “diyebildi sadece.
Ablaları neye uğradığını şaşırmışlardı. Babaları ise art arda gelen olayların şokuyla ayağa kalkamaz haldeydi.
Erol ise o sırada kriz geçirip kendini kaybetmişti. Sonrasında gözlerini bir hastanede açmıştı. Hastanedeki tedavisinden sonra özel bir rehabilitasyon merkezine yerleştirildi. Yürüyüş, bazı diyetler ve davranışsal programlar uygulanmıştı. Tedavi süreci aylarını alsa da sonunda kazanmıştı. Artık eski arkadaşları ile görüşmeyi de kesmişti. Toparlanmaya çalışırken bir yandan da alttan derslerini verip okulunu bitirmiş, kendi arayıp bulduğu bir işe girmişti. Düzenli ve birçok şeyden tat alabildiği bir hayat sunulmuştu ona tekrar. Sonra evlenmiş, çocuk sahibi bile olmuştu. Hayat gerçekten çok ikramlıydı. Oysa bir zamanlar bunları hak ettiğini düşünmüyordu.
Evliliği de zamanla daha oturmuştu. Artık yağmurlu ve bulutlu bir hava gördüğünde canı sıkılmıyor hatta keyif alabiliyordu bir fincan kahve ve bir çocuk tebessümüyle… Üzüldüğü şey ise kaybolan, o sakınamadığı yıllarıydı… Hem de en güzel yılları… Sakınamadığı için kendini mahrum bıraktığı yıllar ve annesinin bakışları...
Şimdi ise her şey tersine dönmüştü. Huzurlu ve mutlu bir hayatı vardı. Çok daha hassastı kötü alışkanlıklar konusunda. Sigara içmemek şöyle dursun, içilen yerlerde bile oturmuyor, alkollü yerlerden alışveriş yapmıyordu. Çünkü sakınmadığı için uğradığı zararı hiçbir şey vermemişti. Sakınmaktan aldığı keyfi ise hiçbir şeyden almamıştı.
Onun için sadece o maddeler çıkmamıştı hayatından. Alkol, sigara gibi bağımlılık potansiyeli olan her konuda daha hassas olmuştu. O sigara sadece tek bir dal sigara değildi ya da o bir kadeh sadece bir kadeh değildi onun gözünde. Onu bataklığa çeken bir zincirin, ayağına geçen ilk halkasıydı.
Sakındıkça ve aldığı karşılığı gördükçe, daha çok sakınası gelmişti. Evindeki koltukta sadece oturarak aldığı hazzı almamıştı o geçen yıllarda. Ne yazık olmuştu o yıllara ve ne şükredilesi bir durumdu şu anki huzuru…
Deneyimsel Tasarım Öğretisi der ki: “Sakın ki sakınamadığını gör.”
Sakınmak gerçekten bilmediğimiz bir şey....
YanıtlaSilSakınamadığında hayatının en verimli zamanlarını da heba ediyor insan ...
YanıtlaSil“İnsanın kendine zarar veren şeylerden sakınamaması, onu hayatın gerçek güzelliklerinden sakınır, mahrum kalır hale getirir çünkü.” Hayata dair sır bir cümle yine… Teşekkürler Sevgili Yazar, emeklerinize sağlık. 🌷
YanıtlaSilİnsan kendi yaptığına bir bakıyor birde Rabbisinin ona ikramına bakıyor.....iyi ki varsın Rabbim.
YanıtlaSilİnsanın öğrenmesi gereken şeyleri sakınmak ne demek öğrenmek çok genç yaşlarda gerekiyor kaleminize sağlık
YanıtlaSilGünümüzde sakınmak ne kadar onemli
YanıtlaSilHeba edilen ömrün acısına benzemez hiçbir acı, çünkü hayatta en kıymetli şey zaman.
YanıtlaSilKaleminize sağlık hep sakınanlardan olmak dileğiyle :)
YanıtlaSilEmeklerinize sağlık🪷
YanıtlaSilkaleminize sağlık... sakınabilenlerden olmak dileğiyle:)
YanıtlaSilSakınmak ne kadar kıymetli
YanıtlaSilSakınmanın önemini bir anlasak gerçekten... Basiti basite almasak...
YanıtlaSilHer sakınma seni doğruya yaklaştırır.
YanıtlaSilKaleminize sağlık🌹
YanıtlaSilSakınmak ne kadar kıymetli… elinize sağlık çok güzel bir yazıydı. Acaba sakınma ile ilgili başka böyle yazılarınız var mı? Okumak isterim
YanıtlaSilKaleminize sağlık. Sakınmak insanın hayatının en büyük konforu değil mi? Zıttında güzellikleri hak etmek ve kaliteli yaşamak…
YanıtlaSil